KARADAYI - 1

1935 - 1939 yılları arası Elazığ Halkevi’nin çıkarmış olduğu “Altan Dergisi”inden bir önceki yazımızda bahsetmiştik.

Bu derginin çıkarılış amacı, tek parti ideolojisinin pekiştirilmesi olmasına rağmen Elazığ ve çevresinin tanıtımını yapmakla birlikte araştırma ve incelemeler başta olmak üzere fikrî ve sosyal içerikli yazılar, şiirler ve hikayelere de yer verilmiştir.

30 yılların günlük hayatına, insanlar arasındaki ilişkilere, sosyal tabakalar arasında yaşanan traji-komik hadiselere ayna tutan ve zevkle okuyacağınız hikâyede, Karadayı’nın hazin yaşam öyküsünü ve toplumun değer yargılarını bulacaksınız.

Günümüzün siyasi tartışmaları ve seviyesi oldukça düşen polemiklerinden sıkılan dostlarımız için Altan Dergisi’den alıntıladığımız bu hikâyeyi birlikte okuyalım.

C. Ataç tarafından kaleme alınan hikâye; derginin 1935 yılı 5 ve 6. sayılarında yayınlanmış…

İbret alınması gereken bir konusu olan bu hikâyede duygusallık ön plana çıkarken ince mesajlar da verilmekte…

Hiçbir şeyine dokunmadan olduğu gibi aktaracağım bu hikâyeyi umarım sizler de beğenirsiniz…

***

Geçen senelerin birinde:

Bir ilkbahar günü idi. Kasabanın kalabalık mektep çocukları hep birden ve zincirden boşanmış çılgınlar gibi sokaklara dağılmıştı. Kimisi birbiriyle kavgalaşıyor bazısı, aralarında dil atışması çıkaran çocukları kavgaya tutuşturmak için ortalığı kızıştırıyor, bir kısmı da sokak aralarında yatan köpekleri taşlıyorlardı. Daha ileride çığlıkların bütün mahalleyi yerinde oynattığı bir kalabalık gözüme ilişti, oraya koştum.

Birçok çocuk yekdiğerinin omuzlarına binercesine geniş bir daire çevirmişler.

Hep bir ağızdan velveleli bir ahenkle:

-  Deli, deli tepeli, kulakları küpeli; deli deli zır!..

Karadayı vırrr!.. Deli şaban zırrr!..

diye bağrışıyor el çırpıyorlardı. Aralarına girdim; ben de onlara katıldım. Bu gürültülü tekerlemeler benim o kadar hoşuma gitmişti ki her kesten daha ziyade ben bağırıyor, daha hararetli el çırpıyordum. Ortadaki zavallı, elindeki ince sopası ile sağa sola savruluyor, çırpınıyor, çarpınıyor, boğulur gibi hırıltılar çıkarıyordu.

Bu biçare, kendi halinde ve kendi aleminde dolaşan ve kasabanın biricik meczubu ve biricik Karadayı’sıydı. Bu adama büyükler dost, hayvanlar dost, fakat çocuklar pek düşmandı. Ah bu çocuklar! Ah bu mahalle çocukları!..

Karadayı, bu haşarı kalabalığın ortasında şaşkın bir telaşla çırpınırken çocuklar daha coşkun ve daha gürültülü seslerle bağrışarak, Karadayı’nın eteklerinden çekmeğe, itip kakıştırmaya başladılar. Onu yere yıkmak ve kim bilir nasıl eziyetlerle hain ve zalim zevkler almak istiyorlardı.

O sırada Karadayı’nın değneği elinden fırlamış ve benim elime geçmişti.

Mel’un şeytan aklıma bir şey getirdi. Değneği Karadayı’nın zaif ve halsiz bacaklarının arasına doğru uzattım. Bu bitkin adan pat diye boylu boyuna yere uzandı ve of!.. diye bir ses çıkardı. Gözlerinin yalnız beyazı görünüyor. Korkunç bir ölü gibi görünüyordu. Bu hali gören çocuklar korktular gürültüyü kestiler. Fakat öteden bir adam:

-  Ulan dağılın keratalar! Nedir bu edepsizlik, nedir bu terbiyesizlik? Bir de mektepli olacaklar diye bağırarak yaklaştı. Bütün çocuklar atmaca sesi işitmiş tavuklar gibi kaçıştılar.

Fakat ben orada mıhlanıp kalmıştım. Karadayı’yı yere düşüren bendim. Ve onu bu hale koyduğumdan dolayı o kadar acıklı bir nedamet duymuştum ki içimde bütün benliğimin yanıp kavrulduğumu hissediyordum.

Bir aralık onun yüzüne baktım. Kapalı gözlerinin arasından uzun bir sicim gibi sızan yaşın, kara kuru, çakır çukur çehresinde küçük küçük gölcükler yaparak akıyordu. Ah; bu sessiz dökülen göz yaşları!..

Ben bunun manasını o gün öğrendim. O günden beri sessiz akan göz yaşlarına inanırım ve yanarım.

Sessizce dökülen bu yaşlar, iç yansımasının ve gönül azabının ve ruh ızdırabının acıklı ifadeleridir. Sokakta kimse kalmamıştı. Sağ dirseğine yaslanarak kapalı gözlerinden hala yaş döken Karadayı’nın karşısında ben de çömelmiş kesilmeyen bir akışla ağlıyordum. Biraz evvel gürültü ve çığlıktan ürküp kaçan siyah bir keçi uzaktan bu acıklı manzaraya bakıyor sakalını sallıyordu. İhtiyar bir sokak köpeği yavaş yavaş yanımıza sokuldu evvela beni ve sonra Karadayı’yı kokladı ve iki art ayağı üzerine oturarak;

Hav! Diye garip ve acı bir ses çıkardı. Köpeğin gözlerinde insanı saran içli ve yaralı masumiyet vardı. Bu hal bana daha çok dokunmuştu, artık hıçkırıyordum. Boğazıma tıkanan bir şeyler bütün vücudumu sararak beni daha şiddetli ağlatıyordu. Köpek de mızmızlanarak acı acı sesler çıkarmaya devam ediyordu.

devam edecek…

23.09.2022

Süleyman Yapıcı

Günışığı Gazetesi