ÇANAKKALE’DE BİR PALULU

Çanakkale; bir ruhtur, bir manadır, bir idealdir.

Çanakkale; topyekûn bir direniştir.

Çanakkale; hürriyettir, bağımsızlıktır.

Çanakkale; Allah’tan başka hiçbir varlığa boyun eğmeme iradesidir.

Çanakkale; topyekûn bir diriliştir.

Çanakkale; her şehidle 253 bin kere dirilişin destanıdır.

Çanakkale; millet adına, ümmet adına var olmak kararlığının sergilendiği en önemli cephelerden biridir.

Çanakkale; Bosna’dır, Edirne’dir, İstanbul’dur, Ankara’dır, Harput’tur, Erzurum’dur, Kars’tır, Kırım’dır, Trabzon’dur, Diyarbakır’dır, Mardin’dir, Adana’dır, Bağdat’tır, Yemen’dir, Hicaz’dır, Şam’dır, Kahire’dir, Trablusgarp’tır.    

Çanakkale; Türk’tür, Arap’tır, Boşnak’tır, Çerkez’dir, Çeçen’dir, Arnavut’tur, Laz’dır, Kürt’tür, Zaza’dır…

Çanakkale bir ümmettir.

Çanakkale; bir ruhtur.

İşte bu ruhu yaşatanlardan biri de;

Mehmet Niyazi Özdemir’dir.

Birbirinden değerli tarihi romanları ile dünü bugüne taşıyan, tarihimizi kaynaklara inerek en doğru bir şekilde günümüze, gençlerimizin gündemine taşımanın derdinde olan gayretli bir mütefekkirimiz.

Çanakkale Mahşeri” romanı da bunlardan biri.

Çanakkale Zaferi’nin 100. yıl dönümü münasebetiyle Altınoluk Dergisi’nin, 2015 Mart ve 349. sayısında yapmış olduğu mülakatından bir bölümünü siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum:

“Çanakkale’de bir iman dirilmesi oldu. O iman dirilmesini biz, daha sonra medeniyete tahvil edebilseydik gerçekten üstün bir medeniyet ortaya koyabilirdik. Ama daha sonra ki olaylar bizi Avrupa’nın kuyruğuna takmış oldu. Onun için oradaki havayı, bir iman hamlesini medeniyetimize dönüştüremedik. Mesela biz o zaman Darülfünûn’dan bugünki adıyla İstanbul Üniversitesi’nden zannediyorum 2300 talebenin bir kısmı askere gitti fakat İstanbul’da 10.000 civarında medrese talebesi var, bunlar da gitti ama hiç kimse bu medrese talebelerinden söz etmiyor.”

Çanakkale’de aşağı yukarı 253 bin insanımız şehit oldu. Biz tabii Çanakkale’yi yoğurarak romanlarımıza katmıyoruz. Herkes daha önceki romanları önüne alıyor, birkaç tane onlara ilave yapıyor, kendi romanını ortaya koyuyor. Halbuki biz 253 bin Mehmetçiğimizin her birini incelesek oradan 253 bin roman çıkar.

Mesela Çanak­ka­le’de bir Palulu Ali var… Size onun hi­kâ­ye­sini oğlunun dilinden anlatayım:

Babam Birinci Dünya Har­bi’nde teğmendi; Çanakkale’nin Seddülbahir’inde bulunuyordu. Yirmi Altıncı Alay’ın, Üçüncü Taburu’nun kumandanı Binbaşı Mahmud Sabri’nin kenarında saf tutmuşlardı. Kıran kırana savaş cereyan ediyordu. Bir ikindi üzeri, bir top mermisi gelir, babamın sağ tarafını götürür. Böyle ölümcül yaralarda insan korkup telaşa kapılır. Tabur komutanı Alman Binbaşı koşarak yanına gelir; babamı teskin etmek için;

- “Ölmeyeceksin Ali” der. O anda babamın gözleri tepedeki ikindi güneşindedir; gülümseyerek Alman komutanına şöyle söyler:

- “Bak, Peygamberimiz beni kucaklamak için bana doğru geliyor; ben de O’na gideceğim. Palu’nun Mahman köyünde dört yaşında bir oğlum var; o sana emanettir kumandanım.” Bunlar, babamın son sözleridir.

Birinci Dünya Savaşı sona erince Alman Binbaşı, Palu’ya gider. Ali’nin evini bulur; Hüseyin’i evlat edinir, üç kızıyla birlikte dördüncü çocuğu olarak Almanya’nın Münih şehrine yerleşirler. Almanya’nın bütün okullarında din dersi mecburidir, Hüseyin, Müslüman bir anne-babanın evladıdır, o yüzden Papaz’ın din eğitimine tabi tutulması doğru olmaz. Bu sırada Kazan’dan mülteci olarak gelen Müslüman hocaların birini Alman Binbaşısı, cumartesi ve pazar günleri Hüseyin’e dinini öğretmesi için tutar.

Diğer yandan normal eğitimini de sürdüren Hüseyin, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirince Alman Binbaşı babası ona:

- “Oğlum Hüseyin, vatanına git, o güzel milletine hizmet et.

O dönemde bizden çok ileri olan Almanya’yı bırakır, Türkiye’ye gelir. Mesleği dış politika olduğu için de Dışişleri’ne girer. İstanbul’da mes­leğine başladıktan kısa bir süre sonra Yahudi bir kızla tanışır; evlenmeye karar verirler. Alman babasına da nikâh davetiyelerinden bir tane gönderir. Alman binbaşı, davetiyeyi alır almaz Türkiye’ye gelir; Hüseyin’i karşısına alır, ona şunları söyler:

- “Hüseyin, biliyorsun ben bir Alman’ım; lütfedip bana baba diyorsun. Aslında sana çok hizmet etmem gerekirdi. Çünkü yaralı babanın bana öyle bir bakışı vardı ki, bu dünyada küçük bir yetim bırakmanın zorluğunu gözlerim babanda gördü. Ama Allah şahittir ki seni üç kızımdan ayırmadım; şimdi bir Yahudi kızıyla evleniyorsun, ben sana evlenme diyemem. En küçük kızım Gisela sana âşıktı; annesi ve ben; belki bir şükranlık duyabilirsin diye, kızımızla evlenebilirsin umuduyla Gisela’ya aşkını belli etmemesini rica ettik. Belki bilmiyorsun ama Gisela senden dolayı yataklara düştü. Şunu bil ki; tarihi sebeplerden dolayı fakirliğe düşmüş olan milletinin senin gibi münevverlere çok ihtiyacı var; bu güzel milletine hizmet edecek bir insansın sen. Bir yabancı milletin kızı sana ayak bağı olabilir. Tabii karar senindir. Ama şunu da bil ki, bir Yahudi’yle, bir İngiliz’le, bir Alman’la evlenirsen, artık ben senin Alman baban değilim. Sana Müslüman, kendi toprağından bir kız lazımdır. Biliyorsun bana kesinlikle borçlu değilsin; zira ben babana olan sevgimden dolayı sana her şeyi yaptım.

Hüseyin, Alman babasının bakışları arasında davetiyeyi yırtar; ondan sonra Müslüman bir Türk kızıyla evlenir.

İnşallah mesut olmuştur…

 

22.03.2021

Süleyman Yapıcı

Günışığı Gazetesi