KADERDEN KAÇIŞ VAR MI?

Geçen haftaki yazımıza; “Kader, kaza, cüz’i irade, tedbir ve tevekkül…” diyerek başlamış ve yazımızı; tüm bu tedbirlere rağmen kaderden kaçış var mı?...” sorusuyla da bitirmiştik.

Evet, tüm tedbirlere rağmen kaderden kaçış var mı?...

Ehl-i Sünnet’e göre kulların fiilleri; hayrı ve şerriyle, iyisi ve kötüsüyle tümü Allah tarafından yaratılmıştır. Yani olup biten her şeyin yaratıcısı Allah’tır.

O, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyerek takdir etmiştir.[Furkan: 2]

Kul bu yaratılanlardan birini seçerek itaate veya isyana yönelir. Allah da ezelî ilmiyle olup bitecek her şeyi bilir ve kulun seçimiyle neye yöneleceğine göre onu kul için takdir eder. Allah, fiili insan için irade eder, takdir eder ve yaratır.

Onun için tedbir kuldan, takdir ise Allah’tandır.

Alınan tedbir ile Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçmaktır.

Alınan tedbirlerle kazadan kadere sığınmış oluyoruz.

Bu kabul, insanı hayat karşısında güçlü kılar. Yaşanan felaketlerin bir trajediye dönüşmesinin önüne geçer.

Hz. Ömer olayında; hastalık bir kazadır, ölüm ise her hâlükârda kaderdir. Alınan tedbirle Allah’ın kazasından Allah’ın kaderine sığınmaktır.

Bütün bunlara rağmen kader de değişmeyen temel şey eceldir.

Bir kimsenin ne kadar yaşayacağı ve ne zaman öleceği mukadderdir. Vadesi yeten ölür, yetmeyen yaşar. Takdir edilen ecel ve vade değişmez.

Takdir-i İlahi, bize verilen süre ve karşımıza çıkacak olan imtihanlardır. İnsanlar, mal eksikliği, bela, musibet ve ölümle imtihan edilir.

Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.[Bakara 155]

Biz bu imtihanlarda bize verilen özgür iradeyle karşılık veririz. Verdiğimiz bu karşılık bizim amelimizi ve sorumluluğumuzu oluşturur.  Verdiğimiz kararlar bizim sorumluluğumuzdur. Bundan hesaba çekiliriz.

Ancak insanın kendi eliyle kendini tehlikeye atması, cana ve canına kıyması haram olduğu gibi hastalıklarını da tedavi edilmeleri şarttır.

Mevlânâ Mesnevî’de; kader sırrının hayat ve ölüm arasındaki mücerred hakikatini, diğer taraftan ise hayata sımsıkı sığınıp da ölümden kaçmaya kalkışmanın boş bir telâşe olduğunu, müşahhas şekilde verdiği şu güzel örmekle izah eder:

Hz. Süleyman devriydi. Saf bir adam, bir kuşluk vakti, kudretli peygamberin sarayına telâşla girdi. Nöbetçilere, hayatî bir mesele için Hazret-i Süleyman’la görüşeceğini söyledi ve hemen huzura alındı. Süleyman (a.s.); benzi sararmış, korkudan titreyen adama sordu:

- “Hayrola neyin var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana! Adam korku ve heyecan içinde başladı anlatmaya:

- Bu sabah karşıma Azrail (a.s.) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı!..” Hazret-i Süleyman sordu:

- Peki, ne yapmamı istiyorsunuz?” Adam yalvarıp yakardı:

- Ey canların koruyucusu, mazlumların sığınağı Süleyman! Sen nelere muktedirsin de beni buradan alsın tâ Hindistan’a götürsün. O zaman Azrail (a.s.) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış. Kurt, kuş, dağ ve taş senin emrinde!.. Rüzgârına emrediver olurum. Medet senden! Süleyman (a.s.) adamın, kaderin bir sırrından bir başka sırrına intikal edeceğinin idraki içinde rüzgârı çağırdı ve:

- “Bu adamı hemen al, Hindistan’a bırak!” emrini verdi. Rüzgâr bu; bir esti, kükredi ve adamı aldığı gibi bir anda Hindistan’da uzak bir adaya götürdü.

Adamın arzusu yerine gelmişti.

Öğleye doğru Hazret-i Süleyman, divanını toplayarak, gelenlerle görüşmeye başladı. Topluluğun içinde Azrail (a.s.)’ı da gördü. Hemen yanına çağırıp:

- “Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti bir adama hışımla bakmışsın? Neden o zavallıyı korkuttun?..” diye sordu. Azrail (a.s.) cevap verdi:

- “Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah Teâlâ bana o adamın canını Hindistan’da almamı emretmişti. Ben onu burada Kudüs’te görünce; ‘Bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan’da olamaz. Bu nasıl iştir?!.’ diye hayretlere düştüm. İşte onun öfke sandığı farklı bakışımın sebebi bu idi.” Hazret-i Mevlânâ bu kıssayı anlattıktan sonra sorar:

“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Bu hayalî bir şey…

Kimden kapıp kurtarıyoruz?.. Allah Teâlâ’dan mı? Ne boş hayal!..

Dünya, Allah’tan gafil olmaktır. Dünya; para-pul, kadın, giyim-kuşam, ticaret değildir. Bunu bil!..”

Abdullah İbni Abbas (r.a.)’dan nakledildiğine göre şöyle demiştir:

Bir gün Hz. Peygamber’in terkisinde bulunuyordum. Bana:

Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim” dedi ve şöyle buyurdu:

Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın (rızâsını) her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Ve bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir. (Bundan sonra takdirde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.)” [Tirmizî, Kıyâmet 59]

Peygamber (s.a.v.)’in ifadesiyle:

“Kadere îmân etmek¸ her türlü keder ve hüznü giderir.”10 [SuyûtCâmiu's-Sağîr¸ I¸ 107]

30.03.2020

Süleyman Yapıcı

Günışığı Gazetesi