YİTİK BİR ŞEHRİN İZİNDE...

İnsan, yitiği olan bir varlıktır. Bu yitik, asıl vatanıdır. Vatan ise, Cennet’tir.

Cennet, insanın yaşadığı ilk ve en güzel mekân idi. En güzel şeylerin bulunduğu Cennet’i yitiren insan, yeryüzünde bu mekânı yeniden kurmanın peşinde olmuştur.

Yeryüzünde, yaşadığı mekânları ilk ve en güzele benzetmek, o tadı yeniden ve ebedî olarak almak, mükemmeli tekrar bulmak arzusu ile şehirler ve bu şehirlerde yaşayacağı mekânlar kurmuştur.

Medeniyetler, tarih boyunca inşa ettikleri şehirler ve bu şehirlerdeki mekânlar aracılığı ile varlıklarını ispat etmişlerdir. Şehir, canlı ve ruhu olan bir organizmadır.

Medeniyet, uğraklar ve duraklar terkibidir. Medeniyet adına geleceğe ışık tutan uğrak ve duraklar ise, şehirler ve şehirlerdeki mekânlardır.

Şehirler ruhu olan insanlar gibi canlıdır, insanlar gibi doğarlar, yaşlandıklarında değer kazanırlar. İtibar görmediklerinde binlerce senelik geçmişi, değerleri, inançları, kültürü, folklorik kıymetleri, bizi biz yapan her şeyi, insanın toprağa teslim edilmesi gibi tarihe karışır ve yitikler içine girer.

Gün geçtikçe tarihî dokuya müdahalelerin arttığı, SİT alanı olan yerlerin kimilerine rant kapısı yapıldığını üzülerek görmekteyiz.

Bizler, bizi biz yapan, doğduğumuz, çocukluğumuzun geçtiği, olgunlaştığımız, yaşamakta olduğumuz mekânları kendi ellerimizle yok etmekteyiz.

Bu yapılanlara sessiz ve seyirci kalıyorsak, bize rağmen yapılanlar varsa, demek ki şehir ya bizim değildir ya biz, şehre gereken ehemmiyeti vermiyoruz.

Bu yıkım böyle giderse ki gidiyor, bu hengâmede ne tarihî değerler kalır, ne eserler meydanda olur, ne yaşanılan hayatın manası kalır, ne de bir anlam taşır.

Şehirlerimiz tarihî ve kültürel bağlamından koparılarak kimliksiz bir hale dönüştürüldüğüne şahitlik etmekteyiz

Şehirlerimiz, insanın ruhî derinliklerini taşıyan, mekânlardır. Hayatın her alanını ilgilendiren kültürel ve ahlâkî varlığı barındırırlar.

Şehir ve şehirdeki mekânlar, insanoğlunun ruhen huzura erdiği birer karargâhtır. Geçmişten geleceğe devredilen birer emanettir. Ancak bu şehir ve mekânlar, rant uğruna bizzat şehrin nizam ve intizamını sağlayanların elleriyle yok edilmiştir.

Harput şehri de tarihsel süreç içinde pek çok olay yaşamış, çeşitli medeniyetlere sahne olmuş önemli bir yerleşim yeridir. Her şehrin bir ruhu olduğu gibi Harput’un da, Ma’muratü’l-Aziz’in de, El’aziz’in de Elazığ’ın da bir ruhu vardır. Ne yazık ki geçmişte Harput, yakın zamanlarda da Ma’muratü’l-Aziz yıkımlara sahne olmuş, pek çok güzelliğini kaybetmiştir. Halen kaybetmeye devam ediyoruz.

Konak ve evleriyle, çarşı ve bedestenleriyle, okul ve medreseleriyle, han ve hamamlarıyla bir şehri yıktık, ruhuyla birlikte öldürdük. Daha sonra Mezra’da kurulan yeni şehri de zaman için de rant adına tükettik, yitirdik. Yitirmeye de devam ediyoruz. 

Bir şehir bu kadar hızlı nasıl yitirilir?

Geçen yüzyılda çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış koca bir şehri yitirdiğimiz yetmiyormuş gibi yaşadığımız şehri de yitirdik.

Yitirdik diyorum. Çünkü ayakta kalan birkaç eserden biri olan Hüseynik’teki tarihi ev/konak geçen hafta kepçeyle yıkıldı.

Yaşadığımız şehirde benim gibi yaşı 60’a varanların hafızalarında kalan ve yitirdiğimiz büyük bir miras var. Hafızalarımızda kalan birçok yapının günümüze gelmeyişini sorgulamamız gerekiyor.

Bir şehir bu kadar hızlı nasıl yitirilir, bunun sonuçları, etkileri neler olur bunu yaşayarak görüyoruz. Yüzlercesini yitirdik ve ayakta kalan birkaç mirasımızı da rant uğruna yitiriyoruz. Kendi yaşım içinde yitirdiklerimizi yazacak olsam bu sayfa yetmez.

Hayatımızda ve hafızamızda özel bir yer tutan yitirdiklerimizden birkaç tanesini sayacak olursak;

Beşkardeşler, esnaf kefalet kooperatif binası, zincirli han, içinde çalıştığım ve yıllarımın geçtiği Belediye Binası, Cumhuriyet Hanı kitabeli giriş kapısı ve bu kısacık ömrümün yarım yüzyılında şahit olduğum onlarca tarihi yapı…

Kentin son sembollerini, hafızalarını ve ruhunu yitirdik.

Elimizde kalan birkaç ev, hükümet konağı ve askeri idadi binası… Koca şehirde sadece birkaç tarihi eser…

Yitirdiklerimiz karşısında hep sessiz kaldık. Atanmışıyla, seçilmişiyle, sivil toplum örgütleriyle, mangalda kül bırakmayan sözde aydınlarıyla, üniversitesiyle, esnafıyla, halkıyla hep sessiz kaldık…

Bu şehre ne oluyordu? Yıllardır bu yapılarımızı neden yitiriyorduk? Bu yıkıma ve yitirdiklerimize niçin sessiz kalıyor ve tepki vermiyorduk?

Son yıkılan Hüseynik evi adeta bardağı taşıran damla oldu.

Çok geç olsa da, elde bir şey kalmasa da tepkiler de oluşmaya başladı!

Bu tepkiler bir şey ifade eder mi bilmiyorum?

Elde kalan birkaç tarihi yapıyı da kaybetmemek adına bu tepkileri olumlu karşılıyorum.

Maddi manada şimdiyi yaşarken, ruhen düne, dünün şehrine hasret duyuyoruz.

Ruhsuz ve köksüz, iyilik ve güzellik üretmeyen şehirde yaşamak istemiyoruz.

İnsanın şehre misafir, şehrin insana sığınak olduğu zamanları geri istiyoruz.

Toplum ve fertler arasında örülen soğuk ve yüksek duvarların yıkılmasını istiyoruz.

Kendi öz cevherinden uzak, aşksız ve hedefsiz kalabalıklar meydanı olan şehirler istemiyoruz.

Ruhsuz, cansız ve canlılık adına her şeyini kaybetmiş, hem nefes almayan, hem nefes vermeyen ölü ve ruhsuz şehirler istemiyoruz.

Şehri şehir yapan değerlere saygılı, yer altında kalan eserlere verilen önemin yer üstünde kalan yapılara da verilmesini istiyoruz.

Kısaca medeniyetimizin izleri ve mirası olan yapıların yitiklere karışmadığı, yitirdiklerimizi tekrar bulmayı istediğimizi, bedenimizde taşıdığımız can gibi ruha sahip şehirler istiyoruz.

Tüm çabamız, şehirlerin şehir hüviyetine tekrar kavuşması, şehirlerin kimliklerindeki aslî hususlarının canlı tutulmasıdır.

 28.10.2019

Süleyman Yapıcı

Günışığı Gazetesi